Günaydın...
Son izlediğim filmleri de yazıp 2017 izleneceklere start vermenin zamanı geldi...
Bu sene çok verimli değildi benim için..
2017 daha verimli, daha nokta vuruşlu filmler izlemek dileğiyle efem....
Öpüldünüz, sevildiniz...
Kendinize iyi bakınız...
SİHİRBAZLAR ÇETESİ - 2 (2016)
Mahşerin dört atlısı nihayet geri döndü...
Filmin ilkini Oytun'la ayıla bayıla izlediğimi anlatmıştım daha önce...
(tıktık)
İkinci film vizyona girer girmez çokça niyetlendik sinemaya gitmek için ama ol-a-madı maalesef... Ve biz anacıklı oğulcuklu başbaşa verip evde izledik yine :)
Bu filmin kaderi bizde böyleymiş....
Atlılarımızda karakter değişikliği olmuş, Isla Fisher'ın yerini Lula karakteriyle Lizzy Caplan almış. İlk başta pek ısınamayıp gözüm sürekli Henley'i arasa da sonradan alıştım garip kızımıza :)
Film ilk filmin izinde gidiyor olsa da sanki başlarda biraz tekliyor gibi, ya da ben ilk filmin hızını ilk sahnelerde bulamadığım için tekliyor diye adlandırıyorum... Fakat ilk gösteriden sonra yine kendini toparlıyor ve sevdiğim hıza geri dönüyor...
Bu sefer atlılardan daha çok filme karakter olarak yeni eklenen kötü adam Walter (Daniel Radcliffe) a bayıldım yalnız. Çok şirin bir kötü adam ahahahaaa :))) Bakışlarındaki şapşallık beni benden aldı... Filme tamamen sempati katmış...
Filmin konusunu çok fazla anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum. İntikam duygusuyla oluşturulan dört atlı intikama devam ediyor liderleriyle birlikte... Burası spoiler olacak biraz ama söylemezsem şişerim :))) Dylan (Mark Ruffalo) artık FBI da değil, deşifre oldu... Deşifre olmasaydı zaten film feci şekilde tekrara girecek ve muhtemelen baygınlık verecekti...
En sevdiğim gösteri sahnesi Daniel (Jesse Eisenberg)' in yağmurla yaptığı gösteriydi... Büyüleyiciydi...O sahneyi sinemada izlemek isterdim :/
Final süprizini de sevdim üstelik :) Bazen iyi bakmak gerekiyormuş demekki :)
Ay hadi hadi diye izlediğim için Oytun'un maskarası olsam da film boyunca heyecanımdan bir nebze kaybetmemekle kendimle gurur duyuyorum :)
Anladığınız üzere biz bu filmi yine PEK SEEEVDİİKKK efem, aksiyon sever bir çocuğunuz varsa rahatlıkla birlikte izleyebilirsiniz 😏
SERENA (2014)
Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence ikilisini daha önce
Umut Işığım filminde izlemiş ve uyumlarına hayran olmuştum. Galiba Bradley Cooper aşkım da o filmde depreşmişti... Bu sebepten dolayı uzun süredir arşivimde olan bu filmi nihayet izleyebildim.
Serena (Jennifer Lawrence) ve George (Bradley Cooper) Pemperton çifti ilk görüşte birbirlerine aşık olarak yıldırım hızıyla evlenirler. Kuzey Caroline 'de muhteşem doğasıyla bir kereste imparatorluğunu da birlikte yönetmeye başlayacaklardır böylece...
Serena güçlü, akıllı duruşuyla erkek egomanyasıyla başedecek bir karakter.... George'un dünyasına ayak uydurmakla birlikte baskın karakterini film boyunca hissedebiliyorsunuz...
Film konu olarak aslında oldukça güzel işlenebilecek, içinden mucizeler çıkartabilecek kadar da bir yatkınlığı var. Aşk var, ihtiras var, güçlü bir kadın var, muhteşem doğa var, 1920 ler var, geçmişiyle yüzleşen bir adam var, maddi zorluklar var... Var da var yani...
Bu kadar güzel bir konu varken ellerinde neden filmi sığlaştırmak için bu kadar çabaladılar hiç anlamadım...
Mesela gözüme batan ilk detay Bradley Cooper'ın ata binememe gibi bir sorunu vardı... Bunu film boyunca da bolca gördük. Adam becerememiş işte, ısrar edip gözümüze sokma... Elinde figüran mı yok :))
Tutkulu bir aşktan bahsediyoruz madem filmde, o araya serpiştirilen duygudan yoksun sevişme sahneleri de neydi diye sormadan edemiyor insan... 1-2 saniyelik 3-5 tekrardan oluşan sahneyi koyacağına adamakıllı bir sahne koysaydı duyguyu hissettirebileceği, benim için daha inandırıcı olabilirdi...
Yan karakterler yeterince işlenmemiş mesela... Galloway diye bir avcı koydun madem filme, biraz daha işle onun kader diye nitelendirdiğini mesela...
George ile ilgili hiçbirşey demiyorum, Serena'nın varlığyla taçlandırılmış adamdan daha çok işlenebilecek olguları ve bağlılıkları vardı...
Biliyorum çok olumsuz şey yazdım. Bu kadın iyice negatife bağladı demeyin, film boyunca yaşadığım eksiklik duygum bunları söyletiyor bana... İliğime kemiğime işleyecek bir hikayeyi maalesef hiç etmişler...
Sonuç olarak konuyu iyi bulsam da maalesef film olarak SEVMEDİM diyorum. İzleyip izlememe seçeneğini tamamen size bırakıyorum.
AYNI YILDIZIN ALTINDA (2014)
Tam 1 senedir arşivimde izlenmeyi bekliyordu bu film. Hatta bir çok defa filmin ilk 10 dk sını izleyip kapattım. Nedeni yoktu kapatmalarımın, ya bir iş aklıma geldi, ya misafir geldi, ya içeriden ergenim bağrındı derken film geçen hafta izlendi...
İlk başta bu filmin kitabını okuyan arkadaşları tebrik etmek istiyorum 👏👏
Sebebine gelince her zaman kitabın duygu yoğunluğunun daha fazla olduğunu hesap edersek ve ben filmi izlerken kovalar dolusu gözyaşı döktüğümü hesaplarsam ve kitabını okurken iki katı gözyaşı dökeceğimi düşünürsem; şişen gözlerimle emin ol kitabı okumak için hayli çaba sarfederdim.
Hoş filmi izlediğim gün psikolojimin de feci olduğunu eklemem lazım buraya...
Ertesi gün doktora gidecektim :) Ve beynimde deli senaryolar vardı...
Kısaca filmin konusunu anlatacak olursam;
Hazel (Shailene Woodley) çocukluğundan bu yana ciddi hastalıklarla savaşan ve son zamanlarında artık kanser illetiyle uğraşmakta, ölümle yaşam arasında bağ kurmaya çalışmaktadır. Gencecik, güzel, hayatının baharında... Ve bir o kadar da olgun, gerçekleri kabullenmiş...
Filmin başında hastalık evreleri anlatılırken "Kanserden ölmekten daha kötü tek şey, kanserden ölen bir çocuğunuzun olması" diye anlatıyor ki, işte o cümleden itibaren gözyaşlarım hiç dinmedi diyebilirim... Usul usul, istemsizce...
Annesi, babası onu ümitlendirmeye, hayatını canlandırmaya son güçleriyle uğraşmaktadırlar.
Annesinin ısrarlarıyla katıldığı destek grubunda Augustus (Ansel Elgort) ile tanışırlar. Birbirleriyle iletişim kurarlarken güzel bir aşk da yaşamaya başlarlar. Kaygılarını, hayallerini hatta ve hatta cenaze törenlerinin nasıl olması gerektiğini bile.... İşte bu kısım çok vurucu...
Filmin sonunu tabi ki söylemeyeceğim merak etmeyin :)
Deli gibi ağlasam da yer yer gülümsetmeyi başardı aslında film bende... Tabi ki höngürdememi kesmeden :)))
Sonuç olarak ben bu filmi SEVVVVDDDİİİMMMM, ağlamak beni rahatlatıyor diyorsanız siz de izleyin derim ;) Film boyunca usul usul ağlamalarınız film bittikten sonra hıçkıra hıçkıra böğürmeye dönüşmezse bizden deyılsınız ;)
SINIRSIZLAR KULÜBÜ (2013)
Yazımın hemen başında belirtiyim ki bu film kesinlikle 18 yaşından büyükler için... Filmde ne ararsan var çünkü, alkol, uyuşturucu, cinsellik, küfür, kumar.... Daha saymama gerek yok herhalde...
Uyarımı yaptığıma göre artık rahat rahat çekiştirebilirim filmi...
Matthew McConaughey ve Jared Leto'ya 2014 Oscar yarışında en iyi erkek ve en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini getirmiş olan bu film gerçek hayattan bir uyarlama... AIDS mücadelesi sırasında aynı zamanda ilaç endüstrisi ile mücadele eden Ron Woodroof'un gerçek yaşamından yola çıkılarak hazırlanmış... Bu rol için Matthew McConaughey tam 23 kilo vermiş ki hakikaten evrim geçirmiş. Romantik komedilerde izlemeye alışkın olduğum oyuncuyu tanımakta hakikaten güçlük çektim...
Ron (Matthew McConaughey) uyuşturucu ve seks bağımlısı ve bununla birlikte aynı zamanda rodeo düşkünlüğünü kumara da çevirmiştir... Yalnız, derbeder, küfürbaz, meymenetsiz herifin teki anlayacağınız... Elektrik tesisatçısı olarak çalışırken ufak bir kaza geçirir ve hastanede HIV virüsü kaptığını öğrenir. Tabi ki inanmaz, çünkü ona göre AIDS sadece eşcinsellerin hastalığıdır ve o bir homofobiktir. İmkansızdır yani... Ama 30 gün gibi kısa bir zamanı kaldığı da gerçektir...
Psikolojisi alt üst olmuş bir haldeyken aynı zamanda çevresi tarafından da dışlanmıştır. Bu arada bir ilaç firması HIV virüsü taşıyan hastalarda denenmesi için AZT adında bir ilaç piyasaya sürmeye hazırlanmaktadır. Ölümden deli gibi korkan Ron AZT almak için bir canavara dönüşmüş haldedir.. Ama AZT aslında denenen dozuyla hastalar için daha da ölümcüldür. İşte bu hastane ve AZT arama dönemlerinde Rayon (Jared Leto) çıkmıştır karşısına. Ron'un onunla iletişim kurması çok zordur çünkü Rayon bir transseksüeldir.
Farklı yollardan doğal bir ilaç bulmuştur aslında Ron. Bu ilacı hem kendi kullanacak hem de satarak bir anlamda köşeyi dönecektir. Ama Rayon'a ihtiyacı vardır ilacı pazarlarken... Çıkar ilişkileri ile kurdukları Dallas Buyers Club ile aslında dostlukları da başlamıştır... Bundan sonrası ilaç endüstrisi ile savaşları işte...
Birileri ceplerini doldursun diye hastalıklar ilerletiliyor, çözümler desteklenmiyor hatta çözüm bulan insanların başlarına birşeyler geliyor... Günümüzde yaşananların bir benzeri...
Ne kadar uzattım konuyu değil mi? Farkındayım ama kesemedim, üzgünüm...
Filmin ilk dakikalarındaki o hoyratlık beni rahatsız etse de sonradan konu farklı yerlere saptığından soluksuz izledim diyebilirim.
Rayon karakterinin duruşunu çok sevdim. Cinsel tercihleri dolayısıyla dışlanmışlığının verdiği acıyla güçlenmesini o kadar güzel yansıtmış ki... Aldığı ödülü sonuna kadar haketmiş oyunculuğuyla...
Filmin konusu oldukça dramatik olsa da dramatize edilmeden oldukça güzel harmanlanmış.
Ron ve Rayon'un aslında birbirlerine saygı gösterdikleri sürece nasıl da sevgi bağlarıyla sarmalandıklarını izlese herkes keşke... Durumlara, kararlara, tercihlere, yaşanmışlıklara biraz saygı... Şu sıralarda tam ihtiyacımız olan türden...
Sonuç olarak ben bu filmi SEEEEVVVDDDDİİİİİİMMM, şu ana kadar izlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.